Bu konuşma, Hicretin 545.yılında, Şevval ayının ondördüncü günü, Pazar sabahı yapılmıştır.
Bu sohbette;
Aziz ve Celil olan Allah'a kulluğu zorluk saymaktan nasıl kurtulunur ?
Bütün ibadet ve taatleri yalnızca Allah için yapmanın mükafatları nelerdir ?
Münafıklık alametlerinden kurtulmak için nelere dikkat edilmelidir ?
Dağlayıcı ve kızgın bir ateşe atılmamak için bir müminin yapması gerekenler nelerdir ?
Dinin özüne uymak neden önemlidir ?
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ahlakına uymak insana neler kazandırır ?
Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip de onunla amel etmemek insanın başına hangi belaları açar ?
gibi merak edilen soruların cevaplarını, Evliyalar Sultanı, Gavs-ı Azam, Seyyid, Şeyh Abdulkadir Geylani Hazretleri'nden dinleyeceksiniz.
Bu konuşma pazar sabahı yapıldı.
Konuşma tarihi: Hicrî 14 Şevval 545, Milâdî 1150.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Ben ve ümmetimin muttakîleri tekellüften -içten gelmeyen ve zorla yapılan işten- beridirler.”
Allah’ın emri gereğince hareket eden muttakî, zorlamaya hacet kalmadan kulluk vazifesini yapar. Çünkü ibadet, Allah’a kulluk, onun ruhuna sinmiştir. İmanı tam olan, dışı ile içi ile tam kuldur. İçi bozuk münafık, her işi güçlükle yapar. İbadet faslına gelince, ondan daha tembeli bulunmaz. Şayet bir ibadet yapacak olsa dıştan zorlama ile yapar. İçi ise tam bir fesat hâlindedir. Bir türlü imanlı zümreye katılmak istemez. Münafık için sözlerimiz biraz uzasa desem, yersiz olur. Ne diyelim; o kendini her zaman belli eder. Her şey, yine bir şey için yaratılır. Yerine göre söz edilir. İşe göre adam, cenk için kahraman yaratılmıştır.
* * *
Ey münafıklar! Bulunduğunuz hâlden dönünüz! Bu kaçak hâlinizden vazgeçiniz. Hâlinize şeytan da gülüyor. Neden şeytanı güldürüyorsunuz? Size ayıp değil mi? Siz böyle yaptıkça şeytan neşeleniyor. Siz bu durumda ne yapsanız makbul olmaz.
Çünkü kıldığınız namaz halk için, tuttuğunuz oruç yine halk için. Hiç biri Hak için değil. Hep işleriniz böyle! Sadaka verseniz halktan fayda umuyorsunuz. Bir düşküne zekât verseniz, karşılığında bunu çalıştırmak dilersiniz. Siz alnına kötü damga vurulacak insanlarsınız; ne çare ki, bu âlemde hatalar gizli kalmaya mahkûm. Yakında canınız cehenneme girer, hiç üzülmeyiniz.
Kurtulmak isterseniz derhal Peygamber’e uyun. Sakınınız, dinde icat çıkarmaya kalkmayasınız. Yaparsanız kızgın ateş sizi bekliyor. Cehennemin zemin katına siz gireceksiniz, özür dileyin. Yaptığınıza pişman olun. Geçmişteki büyüklerin yolunu tutun. Doğru yolda yürümeye alışın. Bu yolda yabancılara benzemek yoktur. Bu yolun sağlam ve gerçek yolcuları hep birbirine benzerler. Yalnız Peygamber’in âdetlerine uyarlar.
Bu yolda, ne zor vardır, ne de fıtrî hâllere aykırı bir hareket. Akla ve düşünceye hükmeden bir dinden daha iyisi olur mu? Olsa da onun gibi olur. Sizden önce gelenleri, bihakkın yetiştiren bir din, sizi neden yetiştirmesin? Onlar sizden daha bilgisizdi. Akılları sizin kadar iyiyi seçemiyordu. Ama onlarda manevî çöküntü yoktu. Manevî çöküntü sizleri yıktı, berbat etti. Maddî olan her şeyin iyisini ararsınız, manevî olunca durmaz kaçarsınız. Aklınız gözünüzün gördüğünü kabul ediyor. Görmediklerinizi hiç kabul etmiyorsunuz. Ama işinize gelen olursa kabul etmekten de dönmüyorsunuz.
Birine bir kuruş verirsen gelecek milyarı beklersin, bu nasıl olabilir? Olmayacak iş için kesenizi sonuna kadar açarsınız. Ama icabında Kur’an okur, onun emirlerini dinler, sonra da “böyle şey olmaz” der, geçersiniz. Sebebi, işinize gelmiyor. Ne var ki, kafan kuru tahtaya değince hepsini daha iyi anlarsın.
Yazıktır, Kur’ân’ı ezber ediyor, sonra onun buyurduklarını tutmuyorsun. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in âdetleri hep ezberinde; ama onun yaptığını yapmaya bir türlü yanaşmak elinden gelmiyor. Neden? Bu hâlinle ne olmak ve ne yapmak sevdasındasın? İnsanları iyiliğe çağırıyorsun; ama kendin yapmıyorsun. Kötülüğü onlara anlatırken en fenasını yapıyorsun. Allah Teâlâ bir âyet-i kerimede şöyle buyurdu:
“Allah katında ceza büyüdü, neden yapamayacağınızı dediniz?” (es-Sâf, 61/3)
Neden sözle iyi, işe gelince ihtilâf? İman iddiası yaparken imansız bulunmak seni utandırmıyor mu? İman sahibi her şeye göğüs gerer; iman budur. Her ağırlığı imanımız yüklenir. Tuttuğunu yere vurur. Cenklerde bahadırlık gösteren imandır. Yoksa maddî varlık değildir.
İman, elindeki fani şeyleri bir yana atar; dünyalığı Allah yoluna serper. İmansızlık şeytan yolunda mal sarf eder. Nefsin ve kötü arzunun şerefine(!) varını vermekten çekinmez. İmana sahip olandan iyilik çıkar, imansızdan ise fenalık hâsıl olur.
Hakk’ın kapısını yitiren, halkın seçtiği yola oturur; onların elindekine koşar. Hak yoldan şaşan ve sapan, halkın yolunu keser. Allah bir kimse için hayır dilerse halkın kapısını ona kilitler, onların iyiliğini keser, bu sebeple o kul da Hakk’a koşar. Bucaklardan haz alır; deniz sahilinde dolaşır. Hiç bir şeyi olmayanı bırakır, her şeyi olana gider.
Yazık sana; kıştır diye susuz yerde duruyorsun. Yakında yaz gelecek. Yanınızdaki sular çekilecek. Deniz sahili sana kalmayacak. Sen az zarara tahammül edemediğin için sıcakta perişan olacaksın. Kışın olduğu gibi yazın da deniz kenarında kalsaydın bu hâle düşmezdin.
Allah ile ol, aziz olursun. Zenginlik ve sultanlık bulursun. Bütün sultanlar sana gelir. Herkesin Hakk’a aparan delili olursun. Bir kimse Allah ile zengin olursa her şey ona muhtaç olur. Bu anlatılanlar, süsle temenni ile ele geçmez. Gönülde olan bir cazibe ile gelir. Bunu da amel getirir, doğrusu budur.
* * *
Ey evlat! Şiarın sessizlik olmalı. Varlığına hâkim olarak sükûtu libas gibi giymelisin. Bütün arzun, halkın şerlilerinden kaçmak olmalı. Hatta bütün yaratıkları birden bırakmalısın. Bu hâli kazanmak için yere sığınak eşip girmek gerekirse yap. Ve orada gizlen. Bunu âdet edin, ta ki imanın ölmesin, ikan hâlin -tam imanın- kuvvet bulsun. Doğruluk kanatların böyle açılır, gelişir. Kalp gözlerin de görmeye başlar. Varlığın genişler. İlâhî bilginin boşluğunda uçmaya başlarsın. Şarkı, garbı, denizi, deryayı gezersin. Sahilleri ve dağları dolaşırsın.
Semaya yükselirsin, yere iner, sessiz gezersin. Çünkü himmetin yücedir. Arkadaşın büyüktür, işte bundan sonra dilin çözülür, sözlerin anlaşılır. Sessizlik libasını çıkarır atarsın, halktan kaçmana artık lüzum kalmaz.
Sırrınla halka gidersin, onların derdini iyileştirecek bir tabip olursun. Sen bizzat onlara şifasın. Senden zarar beklenmez. Onların azlığı, çokluğu, senin için bir mana taşımaz. Seni övmeleri, kötülemeleri bir kıymet teşkil etmez.
Aldırma, artık işi nereye bırakırsan orada bulursun. Çünkü Mevlâ ilesin; Rabb’in sana yardımcıdır.
* * *
Ey cemaat! Size Hâlık’ı, anlatıyorum. O’nu iyi bilin. O’nun huzurunda edepli olun. Kalbiniz, O’ndan uzak kaldığı müddet edepli ve terbiyeli olun. Siz O’na karşı edepli davranmıyorsunuz. Bu da geçer; ama kalbiniz O’nu tam bulunca. Bu iş kolay olmaz, siz zorla yapmalısınız. O’nun hikmeti, kalbinizi doldurunca zaten edepli olursunuz. O’nun nuru, gözünüzü doldurduğunda isteseniz de önünüze bakarsınız, istemeseniz de. Padişah ata binince sokakta oynaşan yavruların sesi kesilir, bilmez misin? Padişah saraydan çıkıncaya kadar bağırırlar, o çıkınca sus pus olurlar, edep perdesine bürünürler. Çünkü padişah huzurunda bulunuyorlar. Bazısı da hemen padişahın göremeyeceği bir köşeye kaçar.
Halkın maddî yararını umarak onlara dönmek, Hak’tan yüz çevirmek olur. Hak’tan başka her neye gönül kaptırıyorsan, onlar senin için put sayılır. Onları bırakıp Hakk’a dönmedikten sonra sana kurtuluş yoktur. Halkı, iyilik ve kötülük babında hemen terk et. Onları hiç bir şey için güçlü görme.
Sizleri hastalığı içinde saklı sağlar olarak görüyorum. İhtiyaç içinde çırpınan zenginlere benziyorsunuz. İçiniz ölü, dışınız diri. Haddizatında yok olmanıza rağmen kâinata sığmayan varlık taşımak istiyorsunuz.
Hak’tan uzaklığınız daha ne kadar sürecek? Ne zamana kadar O’ndan kaçacaksınız? Ne zamana kadar dünyayı yapıp, öbür âlemi yıkacaksınız? Her birinizin ancak bir kalbi vardır; nasıl ona iki şeyi sığdırabiliyorsunuz? Ona hem Hak, hem halk sığabilir mi, bunlar nasıl olabilir? Biri girince öbürü kaçar. Olmaz dersen, yalan edersin. Yalan ise, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in buyurduğu şu hükmü giymiştir:
“Yalan imanı kaçırır.”
Her kap içindekini sızdırır. Yaptığın iş inancına delildir. Dışın, içini gösterir. Bazı büyükler: “Dış, için örneğidir” derler.
Hak ehli, yani Allah’ın has kulları, seni çabuk anlar. Onların birine düşersen edepli ol. Onu karşılamadan önce günahlarına tevbe et. Onların yanında küçüldüğünü bil. Onlara tevazu göster. İyi kullara gösterilen tevazu Allah için olur. Bir kimse, Allah için kendini engin gönüllü ederse, Allah onu yüceltir. Senden üstün herkesin yanında edebini iyi et. Çünkü Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Bereket ve bolluk büyüklerinizin bulunduğu yerdedir.”
Peygamberimiz, bu kelâmı ile yaş büyüklüğünü kastetmiyor.
Allah’ın emrine uyulmadıktan sonra yaş büyüklüğünün bir önemi olmaz. Büyük denince, yaşı olgun, başı dolgun olmalı, Allah’ın emrini tutmalı. Yasak ettiği şeylerden kaçmalıdır. Kitab’a, Sünnet’e göre iş tutmalıdır. Yoksa birçok yaşça büyükler vardır ki, onlara selâm vermek bile caiz değildir. Yüzünde bereket değil, bilakis şer vardır.
Büyükler, Allah’ın emrine göre yürürler; yasak şeylere bakmaktan çekinirler. Bildikleri ile amel ederler. Yaptıkları işe riya karışmaz.
Büyükler, saf olur, Allah’tan gayri varlıktan kaçar. Büyükler, saf kalbe sahiptir. Allah’ı içinden kopup gelen nurla bilir. İlim sahibidir. Her kim ki, kalp bilgisine sahiptir, o Hakk’a yakın olur. İçinde dünya sevgisi olan kalp Allah’ın nuruna karşı perdedir. Âhiret sevgisine düşen kalp, Allah yakınlığından perdelidir.
Dünyayı sevdikçe âhiret sevgin azalır. Âhireti sevdikçe Allah’a rağbetin azalır.
Değerinizi bilin, nefsinizi koruyun. Allah’ın düşürmek istemediği derekeye düşmeyin. Bazı büyükler şöyle der: “Bir kimse kıymetini bilmezse, kader ona bildirir.”
Kalkacağın yere oturma. Bir yere girersen, oturmayacağın yere koşma. Ev sahibinin istediği yerden başkasına oturamazsın. Dilediğin yeri sana vermezler. Diretecek olursan kolundan tutar, tekme ile dışarı atarlar.
* * *
Ey evlat! Bilgi edinmekle, kitapları ezberlemekle ömrünü harcadın. Ama öğrendiklerinle amel etmedin. O bilgi sana nasıl yarar? Peygamber (s.a.v) Efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurdu:
“Yarın kıyamet olduğunda Allah Teâlâ şu hitapla tecelli eder: ‘Ey peygamberler ve âlimler, siz halkın idarecileriydiniz, onlara ne gibi işler yaptınız?’ Sonra padişahlara döner: ‘Siz de, hazinelerime sahip olmuştunuz; ihtiyaç sahiplerini kolladınız mı? Kaç yetime baktınız? Onlardan hak ayırıp gereken kimselere verebildiniz mi?”
* * *
Ey cemaat! Peygamberimiz’in öğütlerini tutmanız lazım. Onun emirlerine kendinizi verin. Kalbiniz ne kadar karanlık. Halkın kararmış kalplerini bana bildiren Subhân’dır. Her ne zaman ki, uçmak isterim, kader makası kanatlarımı keser. Ama ben tesellimi bulurum. Nasıl tesellimi bulmam ki, her zaman sultanımın katında yaşarım.
* * *
Ey münafık, veyl –helak- sana gelsin! Buradan çıkıp gitmemi istiyorsun. Şuradan ayrılsam, yer parçalanır. Bütün varlığınız, parça parça ayrılır. Sözler başkaya çevrilir. Allah’ın azabından korkarım. Bana acele etmek yakışmaz. Ben koşucu değilim. Kaderimi bekliyorum. Kader bana bir pencere açmıştır; oradan seyrederim. Her olana ve sahibine teslim olurum. Allah’ım bize selâmet ver.
Yazık sana, benimle eğleniyorsun değil mi? Hâlbuki ben Hakk’ın kapısını tanıyorum; halkı oraya götürüyorum. Yakında hâlini görürsün. Yukarıya bir karış yükselseniz, dibe doğru bin misli inersiniz. Yakında Allah’ın belasına kavuşacaksınız. O’nun azabı sizi dünyada tutacak, âhirette de yanacaksınız.
Zaman gebedir. İçindekini en kısa zamanda görürsünüz. Beni Hakk’ın eli tutar. Bir kere dağ olurum. Birden zerre kadar küçülürüm. Bir kere deniz kesilirim, sonra döner damla olurum. O el beni birden güneş eder; sonra da bir ışıltı hâline getirir. Şimşek de olurum, gece de olabilirim, gündüze de dönerim. “O her gün bir şan alır.” (er-Rahmân, 55/29) Bu laf sizedir. Sizden olmayanlar, bunu an olarak tabir ederler, öyle anlarlar.
* * *
Ey evlat! Gönlünün geniş, kalbinin hoş olmasını istersen, halkın dedikodusunu işitme. Onların sözlerine bakma. Onlar, yaratanlarına bile laf atıyorlar, bilmiyor musun? Senin ne önemin olur? Yaratanına kafa tutmak isteyen senden memnun olur mu? Görmüyor musun, onların çoğu, ne iman bilir, ne aklını çalıştırır, ne hakkı görür, ne de doğruya gider. Durmadan yalan söyler. Ve daima inkâr yoluna saparlar.
Hak’tan başkasını tanımayanlara uy. O’nun gayrini bilmeyenlere tabi ol. Asıl insan onlardır. Onlar asıldan ayrılmayan bir topluluktur.
Allah’ın hoşnutluğunu dilersen halkın eziyetine razı ol; sabret Allah, birçok şeylerle tecrübe eder. O şeylerin hemen hepsi, kulların eli ile gelir. Sabırlı ol, üzülme. Allah’ın âdeti böyledir. Sevdiği kullara imtihan yolunu açar. Kim kazanırsa başarı ondadır. Yollar, sevdiklerine zaman zaman kapanabilir, her şeyle mihnet ve bela gelir. Dünya onların başına bela olur. Arştan yerin altındaki şeylere kadar her şey onları üzer. Böylece mevhum varlıkları erir; eriyince Hakk’ı bulurlar. O’nunla olurlar. Yeniden yaratılmışa dönerler. Allah Teâlâ, bir âyet-i kerimede şöyle buyurdu: “Sonra biz, onu yeni bir yaratılışta yaptık. Yaratıcıların en güzeli büyüktür, hoştur.” (el-Mu’minûn, 23/14)
Büyükler, birinci yaratılışta birdirler, herkes gibi yaratılmışlardır. İkinci yaratılışta ayrılırlar. Bu yaratılış, diğerine benzemez. Birinci mana değişir. İkinci yaratılışta her şeyden ayrı manada bir kul olur.
Aşağılık derece yücelir. Ruhanî ve rabbanî âleme geçilir. Halkı gafil görünce onun kalbi daralır. İç âleminin kapısını kullara açmaz. Bu hâlinde her şey onun için birdir. Dünya ile âhiret, kâinat ve içinde yaratılmış olanlar, onun için tek varlık olur. Bunları tek varlık olarak gördükten sonra sırrını açar. Hepsini yok ettirir, yani iç âleminde kaybeder. O dem kudret âlemi zuhur eder. Musa’nın (a.s) asası da aynı vazifeyi yapmıştı.
Allah, Subhân’dır. Dilediği kimsenin eli ile arzu ettiği şeyde kudretini izhar eder.
O gün Musa’nın (a.s) asası, sihirbazların iplerini yutmuştu. Ne ipler ortada görünür oldu, ne de asada bir şişkinlik. Allah, bununla hikmetini değil, kudretini göstermek istiyordu.
Sihirbazların yaptığı, hikmet ve geometrik problemlere dayanıyordu. Ama Musa’nın yaptığı Hakk’ın kudreti icabı idi. Bütün âdetleri ortadan kaldırıyordu. Bunu sihirbazların başkanı sezmişti. Arkadaşlarından birini çağırdı. Musa’nın yanına gönderdi ve
“Git ona bak; yaptığı işteki durumu nedir?” dedi. Gitti, şu neticeyi getirdi:
“Musa’nın rengi değişiyor. Asayı hâline bırakıyor, yapacağını yapıyor.”
Başkan düşündü:
“Bu Allah’ın işidir. Musa bunu yapamaz. O sihirbaz ve sanatkâr da değildir. Olsaydı, yaptığına güvenirdi, rengi değişmezdi.” dedi.
Sonra bütün sihirbazlar Allah’a iman ettiler.
Ey evlat! Hikmet âlemine, kudret iline ne zaman gireceksin? Yaptığın iş seni ne zaman kudret kapısına aparacak? İhlâsın seni ne zaman O’nun yakîn iline götürecek? Ve ne zaman, marifet güneşi sana doğacak, iyilerin ve kötülerin kalbini onunla göreceksin?
O’ndan gelecek bela seni ürkütmesin. Bu yüzden Hak’tan kaçma, seni tecrübe eder. Sebeplere bağlanıp O’nun kapısından kaçıp kaçmayacağını öğrenmek ister. Bela seni bulduğu zaman iç âleme mi geçiyorsun, yoksa dış tesirleri mi biliyorsun. İdrâk edilenlere mi gidiyorsun, yoksa bu aklın sezemediği öte varlıklara mı dalıyorsun? Görüleni mi tutuyorsun, görülmeyeni mi?
Allah’ım, bizi bela ile deneme. Bize belasız yakınlık ver. Bize yakınlık ve lütuf ihsan eyle! Ateş afetini göstermeden yakınlığını nasip eyle. Şayet afet mukadderse, bizi semender (ateş içinde yaşayan bir kuş) gibi kıl. O ateşle beyazlanır, yanmaz; bilakis rahat eder. Bela hâlimizi, İbrahim’in (a.s) ateşine çevir. Ona yaptığın gibi, bize verdiğin ateş de olsa, içinde yeşillikler olsun. Bizi bütün varlıktan müstağni eyle. İbrahim Peygamber’i de öyle eylemiştin. Bize ülfetini ver ve bizi onu esirgediğin gibi esirge. Âmin!
* * *
İbrahim (a.s) yola girmeden önce, can arkadaşını bulmuştu. Varlığını daima esirgeyecek komşuyu bulmuştu. Arkadaşı buldu, sonra yola çıktı. Komşuyu seçti, sonra eve taşındı. Hastalık gelmeden önce, tedavi yollarını aradı, buldu. Bela gelmeden sabrı öğrendi, hüküm verilmeden önce uymayı bellemişti. İbrahim (a.s) sizin manevî babanızdır. Ondan yol, erkân öğrenin ve ona uyun. Onun sözünde ve işinde binlerce hikmet vardır. Bela denizinde ona lütuflar veren Subhân’dır. O, denizde yüzdüren ve kuvvet elini ondan kesmeyen Büyük’tür.
Allah büyüktür. İbrahim Peygamber’i düşmana gönderdi. Hâlbuki düşman atlı, o yaya idi. Elini arkasına bağladı, yücelere çıkmasını diledi.
Halkı yemeğine çağırdı; hâlbuki kendinde ancak bir günlük yiyeceği vardı. Bunlar gizli ve büyük lütuflardır.
* * *
Ey evlat! Allah’a kul ol. Kader geldiği zaman susmayı âdet edin. Bu hâlde, nice hikmetler sezeceksin.
Hekim Calinos’un bir çırağı vardı. Ona zahmeti hayli çok işler yaptırdı. Çırak sesini çıkarmadı, alacağını aldı. Bunu duymadın mı, hekim oldu. Bütün bilgileri ezber etti.
Yaptığın hezeyan karşısında ilâhî hikmetler sana varmaz. Her şeye muteriz ol, Hak’la nizaya koyul, sonra da hikmet bekle! İşte bu olmaz.
Allah’ım! Bize uymayı nasip et. Münazaayı bıraktır. “Dünyada iyilik ver. Âhirette de iyilik ver. Bizi ateşten sakla.” (el-Bakara, 2/201)